1 Eylül 2025
Yazan: Beyzanur Çağlar
Ruhların Ardındaki Lanet
Bu sokak, şehrin en eski can damarlarından biriydi. Rüzgar terkedilmiş evlerin pencerelerinden girer, bilinmeyen fısıltılar dolaşırdı ortalıkta. İnsanlar gündüz bile adım atmaz, geceleri ise yaklaşmaktan sakınırlardı. Çünkü herkes bu sokakta ki o evin öyküsünü duymuştu. Pencerelerinden geceleri ışık sızar, camın ardında bir siluet görünürdü. Ama o evde yaşayan kimse yoktu. En azından yüz yıldır. Evin adını “Karanlık Pencere” koymuşlardı. Çocuklar birbirini korkutmak için “Oradan sana bakıyor!” derdi. Yaşlılar ise dualar okur, o sokağa yolu düşenlere sessizce başlarını çevirirlerdi. Ama gerçek, fısıltıların çok ötesindeydi.
Yüzyıllar önce, bu evde yaşayan bir kadın vardı: Ophelia. Karanlık ve kırılganlık arasında sıkışmış bir ruha sahip, güzelliği lanetli; Ophelia. Güzelliğiyle olduğu kadar zekâsıyla da tanınan biriydi. Ama zaman ona acımasızca dokunmuş, gençliğini elinden alacağını hissetmişti. İşte o zamanlar da şehrin karanlık sokaklarında dolaşan sinsi,
manipülatif bir varlıkla karşılaştı: siyah pelerinli, gölgesi olmayan bir adam; Marcus.
Marcus ona, “Gençliğini, güzelliğini sonsuza kadar koruyabilirsin; arzularını yerine getirebilirim ama her büyü bir ruh ister.” dedi. Bu bedel Ophelia’nın ruhunu evin duvarlarına bağlamaktı. Ophelia, tüm zekasını bir kenara bırakıp bir kez bile tereddüt etmeden kabul etti. O günden sonra bedeni solmadı, saçlarına ak düşmedi. Fakat kısa bir süre içinde fark etti ki, dışarıya adım atamıyor, evin eşiğini geçemiyordu. Her gece pencereden dışarı bakıyor, ama kimseye ulaşamıyordu. Evin taşları onun kalbi oldu. Camları onun gözleri. Çatısı onun kafesi. Ve lanet böyle başladı.
Aradan yüzyıllar geçti. Ophelia’nın hikâyesi, bir efsane gibi kulaktan kulağa yayıldı. Fısır fısır konuşuldu ve Ophelia hepsini duydu, sanki ona anlatılırmışçasına net.
Ama evin ruhu boş durmadı. Camın ardındaki kadın, her nesilde birini kendine çekti. Onları rüyalarında çağırdı, sokaklarda isimlerini fısıldadı. Çünkü evin büyüsü eksikti: Bir ruh daha gerekirdi. İşte bu yüzden, yağmurun şehri bastığı o gece, Lucius oradaydı. Lucius, hayatı boyunca bu çağrının izlerini taşıdığını bilmiyordu. Rüyalarında sürekli aynı sahneyi görüyordu: sarı ışıklı bir pencere, ardında bir siluet, elinde bir mektup tutan kendisi…
Çocukken anlam verememiş, büyüdükçe korkmuş, ama yıllar sonra bu kaderden kaçamayacağını anlamıştı. Mektubu yazmamıştı. O mektup ona gelmişti. Bir sabah yastığının altında bulmuştu: yağmur kokan, mürekkeple yazılmış, kendi el yazısına benzeyen ama kendisine ait olmayan cümlelerle dolu bir parşömen.
Mektupta tek bir satır yazılıydı: “Gel. Camın ardında seni bekliyorum.”
Yağmur, sokak lambasının ışığını bulanıklaştırıyordu. Lucius, kalbinin bütün ağırlığıyla pencerenin önünde durdu. Ve işte oradaydı: Ophelia’nın silueti. İncecik, zarif, ama insandan çok gölgeye benzeyen bir beden. Camın ardında dimdik duruyordu. Gerisi çorap söküğü gibi geldi, Lucius’un bir şey yapmasına gerek yoktu sanki her şey kendiliğinden oluyordu.
Lucius’un elleri kâğıdı açtı. Büyü, kendi dudaklarından döküldü ama sesi ona bile yabancı geldi; anlamını bilmediği ama ruhunun tanıdığı sözlerdi bunlar. Her harf gökyüzüne kazınıyor, yıldırımların arasından yankılanıyordu. Ev inledi. Çatılar çatırdadı. Paslı kapı gıcırdadı. Sokak lambasının ışığı, sanki görünmez bir kalbin atışıyla yanıp söndü. Ophelia, camı araladı.
“Yüzyıllardır seni bekliyordum,” dedi. Sesinde hem sevgi hem tehdit vardı. Sinsice konuştu “Beni hatırlıyor musun, Lucius? Başka bir hayatta, benim yanımdaydın.”. Lucius’un zihninde görüntüler patladı: Taş merdivenler, şamdan ışıkları, bir kadının gülüşü. Ama bu hatıralar kendi yaşamına ait değildi. Belki başka bir zamana, belki başka bir bedene aitti.
Kadın elini uzattı. “Beni kurtardığını sanıyorsun. Oysa sen eksik olan parçasın.” Lucius geri çekilmek istedi, ama bedeni zincirlenmiş gibiydi. Ophelia’nın gölgesi cama sığmadı, sokak taşlarına taştı, yağmurla birlikte büyüdü. Ve o an Lucius anladı: Bu sadece bir kurtuluş değil, bir devralmaydı. Evin ve lanetin yeni sahibi artık oydu.
Sabah olduğunda, sokaktan geçenler pencerede hâlâ bir gölge gördüler. Ama bu kez gölge bir kadına değil, elinde kâğıt tutan bir adama aitti. Şehir halkı yeni bir söylenti uydurdu: “Artık pencerenin ardında bir adam var. O da camın arkasından bakıyor. Ve bir gün, seni de çağıracak.” Marcus gölgelerin arasında sessizce yükseldi; herkesin arzularını ve korkularını elinde tutan, ruhların laneti artık oyundu ve oyun onun oldu.
